14 Haziran 2009

aç kalın, aptal kalın

bir süredir çok sık bir şekilde mühabbetlerde bu konuya geldiğimi fark ettim. hayatımızı başarılı olmayla ölçüyoruz. hedeflerimiz başarılı olmak üzerine kurulu. peki nedir bu başarı? kim tanımlıyor bu başarıyı? ölümün ışığında, yürüyen de yolda kalan da bir değil mi? başarıya göre değilse neye göre yaşanır? yaşam sadece karın doyurmak ve barınmak mıdır? yani avatardan prens zuko karakteri ile örneklersem: ateş bükme gücünü öfkesinden almayacaksa nerden alacak?

fark ettim ki başarıyı ben değil yaşadığım toplum tanımlıyor. mesela türkiye'de altındaki arabanın markası bir başarı ölçüsüdür. ünvan bir başarı ölçüsüdür. çevreden alınan alkış bir başarı ölçüsüdür. kariyer sahibi kadınların çocuk sahibi de olmaları bir başarı ölçüsüdür. ve böyle gider. biz niye ünvan için ya da araba için ya da başkalarının alkışı için... yaşayalım? niye hayatımızı bunlar belirlesin?

geçen bir lise arkadaşım bahsetti: amerika'da insanlar birbirleri ile tanıştığında "işin ne" diye sorarlarmış, almanya'da ise ilk soru "tutkun ne" olurmuş. ne güzel özet bir ifade. tutkudan başka bu hayatta tutunacak birşey göremiyorum. aziz nesinin kendine sık sık nesin diye sorması gibi ben de tutkun nedir diye sorayım. aç ama tutkulu bir yaşamı tok ama tutkusuz bir yaşama yeğlerim. aşağıda steve jobstan örneklediğim mutlu son ile biten bir tutku hikayesi. zeki demirkubuz'un masumiyet ve kader filmleri ise tutku üzerine acı bir sonun hikayesi. iki tutku da aynı derecede kıymetli. yalnızca biri başarı ile buluşmuş biri de buluşmamış. ikisi de tutkusuz başarıdan yeğdir.

başarı ile buluşmuş tutku, apple'ın ve piksar'ın kurucusu steve jobs'un hikayesidir. stanford üniversitesinin mezuniyet töreninde tam da bu konuyla ilgili çok güzel bir konuşma yapmış. ingilizce bilenler konuşmayı buradan izleyebilirler. konuşmanın türkçe metnini ise bu kaynaktan alıp aşağıya kopyalıyorum. ben çok ama çok etkilendim.
Dünyanın en önemli üniversitelerinden birinin diploma töreninde sizlerle birlikte olmaktan onur duyuyorum. Ben üniversite mezunu değilim. Doğrusunu söylemek gerekirse, ilk kez bu vesileyle mezuniyete bu derece dahil olma fırsatını yakalamış oldum. Bugün hayatımla ilgili üç hikaye anlatmak istiyorum. Hepsi bu. Büyük sözler değil. Sadece üç hikaye.

İlk hikaye noktaların birleştirilmesi hakkında; ilk altı ayın ardından Reed College'dan ayrıldım ancak okulla tam olarak bağımı koparmadan önce de bir 18 ay kadar ortalıkta dolandım. Peki niçin ayrıldım?

Tüm bunlar daha ben doğmadan başladı. Biyolojik annem üniversite öğrencisi olan, genç, bekar bir kadındı; beni evlatlık vermeyi kararlaştırdı. Kendisi çocuğunun bir üniversite mezunu tarafından evlat edinileceğinden o derece emindi ki her şey benim doğumdan itibaren bir hukukçu ve karısı tarafından evlat edineceğim şeklinde ayarlanmıştı. Ancak bir şey hesaplanmamıştı: Dünyaya geldiğimde beni evlat edinecek olan çift son dakikada bir kız çocuk üzerinde karar kıldı. Bu durumda bekleme listesinde olan ebeveynlerime gecenin ortasında bir telefon geldi: "Beklenmedik bir şekilde bir erkek çocuğumuz oldu; onu istiyor musunuz?" Aldıkları cevap "tabii ki" oldu. Ancak daha sonra biyolojik annem, annemin üniversite mezunu olmadığını, babamın ise liseyi bile bitirmediğini öğrendi. Bunun üzerine evlatlık verme kararından caydı. Ancak birkaç ay sonra ebeveynlerim beni üniversiteye göndereceklerine dair söz verince razı oldu.

Üniversiteden terk

Ve ben doğduktan 17 yıl sonra üniversiteye gittim. Ama safça Stanford kadar pahalı bir üniversite seçtiğimden işçi olan annem babamın bütün birikimi okul masraflarımı karşılamak için harcandı. Altı ay sonra bunun bir anlamı olmadığını fark ettim. Hayatta ne yapmak istediğimle ilgili hiçbir fikrim yoktu ve okulun da bu konuda bana nasıl yardımcı olacağını bilmiyordum. Yalnızca anne babamın birikimlerini harcamakla meşguldüm. Böylece okulu bırakmaya karar verdim; o sıralarda bu kararı verirken biraz kaygılıydım ama şimdi geriye dönüp baktığımda en doğru kararlarımdan biri olduğunu görüyorum.

Okuldan ayrıldığım günler pek de romantik değildi. Artık yurtta kalamıyordum; arkadaşlarımın odalarında yerde yatmaya başladım. Yiyecek satın almak için Cola kutularını 5 sente satıyor, haftada bir Hare Krishna mabedinde iyi bir yemek yiyebilmek amacıyla her pazar geceleri kentte yedi mil yol yürümek sorunda kalıyordum. Ama bunu sevdim. Özellikle de merak ve sezgilerimin izinden giderek düşe kalka yaşadığım o süreç daha sonrası için paha biçilmez bir değere sahip oldu. Şimdi size bu konuda bir örnek vereyim.

Kaligrafi dersinin Mac tasarımındaki rolü;

O sıralarda Reed College ülkenin en iyi kaligrafi eğitimini veriyordu. Artık okuldan ayrıldığım ve derslere girme zorunluluğum olmadığı için kaligrafi kurslarına katılmaya karar verdim. Burada öğrendiklerim tek kelimeyle mükemmel, tarihsel ve bilimin algılamayacağı derecede sanatsal bir inceliğe sahipti; tam anlamıyla büyülenmiştim.

Aslında kaligrafi kursunda öğrendiklerimin gerçek hayatta pratik bir karşılığı olacağı umudum yoktu. Ancak 10 yıl sonra ilk Macintosh bilgisayarını tasarladığımızda hepsini hatırladım. Böylece güzel bir yazı ve baskısı olan ilk bilgisayarı yarattık. Eğer üniversitede o kurslara gitmemiş olsaydım, Mac'in bu derece çeşitli yazı türleri ya da bu derece orantılı aralıklı fontları olmayacaktı. Ve de Windows'un Mac'i taklit ettiği hesaba katıldığında hiçbir masaüstü bilgisayarı bunlara sahip olamayacaktı. Tabii ki, üniversitedeyken bu noktalar arasında bağıntı kurmak mümkün değildi. Ancak on yıl sonra geriye dönüp baktığımda bu bağlantıları kurabiliyorum.

Öte yandan, geleceğe bakarak da noktaları birleştiremezsiniz; yalnızca geriye bakarak bunları birleştirebilirsiniz. Bu nedenle noktaların bir şekilde geleceğinizi şekillendireceğini bilmelisiniz. Yani bir şeye inanmalısınız- yazgınız, yaşamınız, karma, her neyse... Bu yaklaşım beni hiçbir zaman yarı yolda bırakmadığı gibi hayatımın farklı olmasını da sağladı.

Apple'dan kopuş

İkinci hikayem sevgi ve kaybetmekle ilgili. Erken yaşta neyi sevdiğimin bilincine vardığım için şanslıydım. Woz ve ben anne babamın evinin garajında Apple'ı yapmaya başladığımızda 20 yaşındaydım. Çok çalıştık ve on yıl içinde ikimizin bir garajda kurduğu Apple 4 bini aşkın çalışanı olan 2 milyar dolarlık bir şirkete dönüştü. Bir yıl önce en güzel ürünümüz olan Macintosh'u yaratmıştık ve ben de 30 yaşıma basmıştım. Ancak daha sonra kovuldum. İnsan kendi kurduğu bir şirketten kovulabilir mi? Apple gittikçe büyüdüğünden şirketi benle beraber yönetebilecek yeteneğe sahip olduğunu düşündüğüm birisini işe aldık ve ilk yıl her şey iyi gitti. Ancak daha sonra gelecekle ilgili görüşlerimizde farklılıklar ortaya çıktı ve kaçınılmaz olarak bir tartışma yaşandı. Bunun üzerine yönetim kurulumuz ondan yana çıktı. Böylece 30 yaşımda kovuldum. Ve de bu, herkesin gözü önünde, gürültülü patırtılı bir şekilde gerçekleşti. Gençliğimi adadığım her şey elimden gitmişti ve bu çok yıkıcı bir şeydi.

Birkaç ay ne yapacağımı bilemeden ortalıkta dolaştım durdum. Bir önceki girişimci kuşağı hayal kırıklığına uğrattığımı hissediyordum; bana verilen bayrağı elimden düşürmüştüm. David Packard ve Bob Noyce'la bir araya geldim ve her şeyi berbat ettiğim için özür diledim. Apple'dan ayrılmam kamuoyunun gözünde tam bir başarısızlıktı; bu nedenle Silicon Vadisi'nden bile ayrılmayı planlıyordum. Ancak yavaş yavaş bir şeyler kafamda netleşmeye başladı - yaptığım şeyi hala seviyordum. Apple'da yaşananlar bu gerçeği değiştirmemişti. Reddedilmiştim ama hala aşıktım. Böylece yeniden başlamaya karar verdim.

O sıralarda henüz farkında değildim ama Apple'dan kovulmam aslında başıma gelebilecek en iyi şeydi. Başarılı olmanın ağırlığı yerini tekrar başlamanın hafifliğine, her şeyden daha az emin olmaya bırakmıştı. Hayatımın en yaratıcı dönemlerinden birine girmemi sağladı.

Daha sonraki beş yıl içinde NeXT'i ve Pixar adlı bir başka şirketi kurdum; ayrıca karım olacak olağanüstü bir kadınla tanıştım. Pixar'da dünyanın ilk bilgisayar animasyonlu filmi olan "Toy Story" yaratıldı; halen şirket dünyanın en başarılı animasyon film stüdyosu. Öte yandan, Apple'ın NeXT'i satın alması da bir dönüm noktası oldu ve ben böylece yeniden Apple'a döndüm; NeXT'te yarattığım teknoloji Apple'ın halihazırdaki yeniden doğuşunun merkezindedir.

Şuna eminim ki, Apple'dan kovulmasaydım bunlardan hiç biri olmayacaktı. Bu belki acı bir ilaçtı ama hastanın iyileşmesi için bunu alması gerekiyordu. Bazen hayat sopayla kafanıza vurur. Ama inancınızı hiçbir zaman yitirmeyin. Beni ayakta tutan tek şey yaptığım şeyi sevmemdi. Neyi sevdiğinizi bilmelisiniz. Bu sevgilinizi seçmeniz kadar işinizi seçmenizde de önemli bir etken. İş hayatınızın büyük bir bölümünü kaplıyor ve gerçekten tatmin olmanız için de yaptığınızın gerçekten önemli olduğuna inanmak zorundasınız. Eğer neyi sevdiğinizi bulamadıysanız aramaya devam edin. Yerleşmeyin. Her şey gönülle ilgili olduğu için bulduğunuzda zaten anlayacaksınız. Ve de tüm sağlam ilişkiler gibi bu tür ilişkiler de yıllar geçtikte iyileşir. Bu nedenle buluncaya kadar arayın. Yerleşik olmayın.

Ölümle burun buruna

Üçüncü hikayem ölümle ilgili. 17 yaşındayken şuna benzer bir şey okuduğumu hatırlıyorum:"Her günü son gününüzmüş gibi yaşarsanız birgün mutlaka doğru yaptığınızı anlayacaksınız". Bu söz beni çok etkiledi ve geçen 33 yıl boyunca her sabah aynaya bakıp kendime şu soruyu sordum:"Eğer bugün hayatımın son günü olsaydı bugün yapmak istediğimi yapar mıydım?" Ve eğer uzun süre üst üste hayır cevabını vermişsem bir şeylerin değişmesi gerektiğinin bilincine varmış oluyordum.

Birgün öleceğimi unutmamak hayatta önemli seçimler yapmamda çok önemli bir rol oynadı. Çünkü ölüm karşısında her şey, tüm beklentileriniz, kaygılarınız, başarısızlıklarınız ya da övünçleriniz anlamını yitiriyor ve tek bir gerçekle karşı karşıya kalıyorsunuz. Öleceğinizi her zaman hatırlamak kaybetme korkusu tuzağına düşmenizi engelleyen en önemli etkendir. Zaten çıplaksınız. Bu nedenle kalbinizin sesini dinlememeniz için hiçbir neden yok.

Bir yıl kadar önce bana kanser teşhisi kondu. Pankreasımda bir tümör vardı. O zamana kadar pankreasın ne olduğunu bile bilmiyordum. Doktorlar bunun tedavi edilemeyecek bir kanser türü olduğunu söylediler, en fazla 3 ila 6 aylık bir ömür biçtiler. Doktorum bana evime gidip bir an önce yarım kalan işlerimi halletmemi tavsiye etti. Yani kibarca "ölmeye hazırlan" dedi.

Kanser teşhisi konduğu gün boyunca bu sözler kulağımda çınladı durdu. Daha sonra aynı gün akşama doğru pankreasıma endoskopi yapıldı ve tümörden birkaç hücre alındı. Beni bayıltmışlardı ama operasyon sırasında yanımda bulunan karım, aldıkları hücreleri mikroskopta inceleyen doktorların birden sevinçle haykırmaya başladıklarını çünkü cerrahi bir müdahaleyle iyileşebilecek, çok ender rastlanan bir pankreas kanseri türünü belirlediklerini anlattı. Ameliyat oldum ve şimdi iyiyim.

İlk kez ölüme bu kadar yaklaşmıştım ve umarım daha uzun yıllar boyunca da bir daha tekrar yaklaşmam. Şimdi bu süreci çok yakıcı bir şekilde yaşadığım için ölümün yararlı ancak salt düşünsel bir kavram olduğuna inandığım zamanlardan daha gerçekçi bir şekilde şunu söyleyebilirim ki, kimse ölmek istemez. Hatta cennete gitmeyi arzulayanlar bile ölmek istemezler. Yine de ölüm hepimizin kaçınılmaz olarak gideceği son durak. Ve bu özelliyle de Ölüm belki de Yaşam'ın en güzel tek buluşu. Ölüm Yaşam'ın değiştirici etkeni. Eskiyi süpürüp yenisine yol açıyor. Şimdi yenisiniz ama bir gün eskiyecek ve ortalıktan kaldırılacaksınız. Bu kadar dramatik konuştuğum için özür dilerim ama bu bir gerçek.

"Başkasının hayatını yaşamayın"

Zaman kısıtlı, bu nedenle başkasının hayatını yaşayarak harcamayın. Başka insanların düşüncelerinin sonucu olan dogmaların tuzağına düşmeyin. Başkalarının fikirlerinin gürültüsünün iç sesinizi bastırmasına izin vermeyin. Ve de en önemlisi, kalbinizin ve sezgilerinizin sesini dinleyin. Onlar bir şekilde ne olmak istediğinizi biliyorlar. Geri kalan her şey ikincildir.

Gençlik yıllarımda son derece büyüleyici "The Whole Earth Catalog" adında bir yayın vardı; bu o dönemde, benim kuşağımın adeta İncil'iydi. Stewart Brand adlı birisi tarafından yaratılmış ve şiirsel dokunuşuyla hayata geçirilmişti. PC ve masaüstü yayıncılığının henüz gündemde olmadığı 1960'lı yıllardı; her şey daktilolar, makaslar ve polaroid kameralarla yapılıyordu. Bir tür kağıt üzerinde Google söz konusuydu; 35 yıl sonra da Google doğdu.

Stewart ve ekibi "The Whole Earth Catalog"un pek çok sayısını yayımladılar ve artık sürecini tamamladığına inandıkları gün de son sayısını çıkardılar. Bu, 70'li yılların ortalarıydı ve o zamanlar ben siz yaşlardaydım. Son sayının arkasında, maceraperestseniz sizin de karşılaşabileceğiniz, sabah erken saatlerde çekilmiş bir köy yolunun fotoğrafı vardı. Fotoğrafın altında da şu sözler yer alıyordu:"Aç kalın. Çılgın olun." Bu sözler onların veda mesajıydı. Ben her zaman bunu kendime diledim. Ve şimdi, buradan mezun olup yeni bir hayata başlayan sizlere de aynı dilekte bulunuyorum.

Aç kalın. Çılgın olun.
Teşekkür ederim.

1 yorum:

Coskunca dedi ki...

Merhaba,
Bu güzel paylaşımınız için teşekkürler.
Ben de birşey eklemek istiyorum. ''Ölçülü olun''